30 Aralık 2015 Çarşamba

ben süper degilim!

İtiraf ediyorum…

Ben “süper” değilim! Sadece her şeyi layıkıyla yapmaya çalışan biriyim. Mesela bir mektup mu yazıyorum? Kağıdım tertemiz olsun, yazım tek bir hat halinde dümdüz olsun, cümlelerim anlamlı, paragraflarım sıralı olsun isterim. İmzamı atmaya gerek olmadan, mektubunu okuyan onu benim yazdığımı anlasın isterim. Gerekli olduğu için değil, içimde geldiği için yaptığım her şeye yüksek özen gösterip, kendimce en doğru sonuca ulaşmaya çalışırım.

İtiraf ediyorum…

Ben “süper” değilim! Kimseye işini öğretmek veya benim yaptıklarımın aynısını yapar, izimden gelirsen çok başarılı olursun demek gibi bir iddiam, örnek olmak gibi bir gayem yok. Ama sorarsanız cevap veririm, paylaşırım, bildiğimi kendime saklamam. Yine de asla ben en iyisini biliyorum demem. Diyemem. Çünkü “en iyi” nedir bende bilemem.
Ben içimin sesine, ruhumun kulağıma üflediklerine güveniyorum. Bir de beklide en önemlisi. Okuyorum! Sınırsız ve sabırsızca dünyada ki tüm bilgilere duyduğum sonsuz açlıkla okuyorum.

İtiraf ediyorum…

Ben “süper” değilim! Kendimi ifade etmeyi, açıklamayı seviyorum. Bilgi bulutundan yağmurlar yağdırmayı, bildiğimi paylaşmayı seviyorum. Belki de herkesin içinden geçenleri anlatıyorum, ama herkes anlatamıyor işte… Ben anlatıyorum. Yan yana getirdiğim kelimelerden cümleler akıyor ama aslında onlar benim zihin havuzumdan klavyenin tuşlarına veya bembeyaz bir yaprak kâğıda dökülüyor. Sen okuyorsun diye değil ben söyleyebiliyorum diye gülüyor yüzüm. Sen hak veriyorsun doğru buluyorsun diye değil ben açıklayabildim diye seviniyorum. Sürekli takdir edilmek gibi bir kaygım yok ama beni okuyunca birinin zihnindeki minik ışık yanıyorsa, kalbinden bir tel ufakça gerilip içini sızlatıyorsa, vicdanına ben ne düşünüyorum ki bu konuda diye soruyorsa… İşte ben o zaman; ben oluyorum. Belki senden duymuyorum bunları okumuyorum ama hissediyorum. Birilerini bir yerler de etkiledi bu cümlem, işte onun kalbine veya sinirine dokundum diyorum… Kahkaha atıyorum sonra… Başardım diyorum. Kendi misyonumu yerine getirdim. Onaylasa da onaylamasa da onun kalbine dokundum diyorum…

İtiraf ediyorum…

Ben “süper” değilim! Özellikle annelik konusunda kimseye ahkam kesebilecek kadar bilgi sahibi değilim. Doğaçlama davranıyorum içimdeki küçük bebeğe soruyorum. Sen olsan ne yapardın diyorum. İşte o bana cevap verdiğinde, davranışa geçiyorum ben. 10 aydır bildiğim tecrübe ettiğim bir konuda en iyi olmayı beklemiyorum ama zaten herhangi bir kişinin de bu konuda en iyisi olduğuna inanmıyorum. Her olay kendi içinde anlamlı, kendi şartlarında mümkün, kendi içinde kıymetli… İşte bu yüzden ben kimseyi yargılamıyorum. Bir şey gördüğümde veya okuduğumda, olayın öznesi burada doğru davrandı veya davranmadı demiyorum. Öznesi ben olana kadar yorumlamıyorum bu durumu zihnimde. Ben olsaydım ne yapardım diye düşünüyorum elbet, ama kendi şartlarımda karar veriyorum sonunda. Yargılamıyorum, etiketlemiyorum… Çünkü ben “süper” değilim. Çünkü o da “süper” değil…
Sen benim yaptığımı yanlış bulduğunda onu içinde tutamayıp uluorta paylaştığında, sorguladığında, ben bunu önemsiyorum. Ama davranışa dönüştürmüyorum çünkü olayın öznesi benim. Benim şartlarımda gerçekleşiyor ki sen bunu bilmiyor sadece dışarıdan gözlemliyorsun. Sonunda ben üzülüyorum ama yanlış yaptım diye değil sen neden böyle söylemek gereği duydun diye üzülüyorum. Yani kendim için değil senin için üzülüyorum.
Yargılama, eleştirme, bana karışma demeyeceğim hiçbir zaman. Ama şunu bil istiyorum. Ben yine o olay olsa, yine içimden geçeni, ruhumun kulağıma üflediğini yapacağım. Beni tanımayan senin, dikte ettiğini değil.

İtiraf ediyorum…

Ben “süper” değilim! Ben “en iyisi” değilim! Ben benim… Anlattığım gibiyim. En eğitici oyuncağı, en sağlıklı ilacı, en besleyici yemeği, en doğru düzeni, en sağlıklı uykuyu, en ergonomik kanguruyu, en güvenli otomobil koltuğunu bebeğime sağladığımı iddia etmiyorum. Ben kendimce doğru olanı yapıyorum. Ve bunu yaparken seni yargılamıyorum.

İtiraf ediyorum…

Ben “süper” değilim! Bi düşünsene belki sende değilsindir. Ama süper olmasak bile bir süper gücümüz var aslında. Birbirimizi anlayabiliriz. Dümdüz konuşmak yerine empati kurup birbirimizin yerine kendimizi koyabiliriz.

Annelik savaşını bitirebiliriz.

Evet yapabiliriz!

Hadi itiraf edin…




not: vakit bulursan izlemeni tavsiye ederim...

https://www.youtube.com/watch?v=2K18y1W2Lek




4 Aralık 2015 Cuma

yirmi dokuzumu otuzuma baglayan seneydi...

Yirmi dokuzumu otuzum bağlayan seneydi ve sakin başlamıştı…

Kar yoktu ama kış soğuğu bastırmıştı. Ankara ayazı dediklerinden olsa gerek gri bir bulutta yaşıyor gibiydik. Önceki ayın başında keyifsiz şeyler yaşadık diye yılbaşı ağacımızı kuramamıştık bu yıl. Zaten 97 cm olmuş koca göbeğimle hayat yeterince zorluyordu. Kendine iş çıkarma toplayabilir misin bu bir muamma dedim kendime.

Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve evcilik oynuyordum…

Çalışmıyordum ama işim vardı neyse ki… İşe gitmesen bile maaşımın yatıyor olması farklı bir tecrübeydi. Ama hak ve etik kavramı gereksizce fazla gelişmiş bir kadın için oturarak para kazanıyor olmak gebeyken bile büyük çileydi… Evde bile yıpratıyordum kendimi. Kimileri için gereksiz olsa da, ardımda doğru izi bırakasım vardı her zamanki gibi.

Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve iyi ki dostlarım vardı…

Henüz hayal etmediğim hayallerimi keşfedecek kadar iyi tanıyorlardı beni. Yalvararak istediğim kar yağışı tam saatinde bastırmıştı. Bebeklerimizi karşılamak için toplandık, bereket narımı yerdeki bir karış kar üzerinde fırlatıp patlattım. Beyaz zemini kırmızıya boyadık birden bire. Daha doğmadan bir izi vardı bebeklerimin. İyi niyetlerimizi,  dileklerimizi, rüyalarımızı bir ormana bağışladık birlikte. Kocaman bir hediye ağacına çevirdi teyzeler dünyamızı.

Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve şoka girmiştim…

Her şeyi planlamanın imkansız olduğunu öğrenmek zorundaydım artık. Birkaç dakika içerisinde dünyam cehenneme dönmüştü ve hiçbir etki gösteremeyeceğim kadar elim kolum bağlıydı. Apar topar doğuma girdim, öncesi mi sonrası mı daha zordu bir türlü karar veremiyordum. Karnımdan alıp bir kavanoza koydular evlatlarımı. Camlar ardından izlettiler bana, günde birkaç dakika dokunabildim. Koklamaktan korktum, her an içime ağladım. Bir poşete bırakıp dolaba koydum ilk besinlerini. Mememden önce kablolar girdi ağızlarına.  Günlerce gözlerini açıp bana baksınlar diye dua ettim. Yanlarına yaklaşınca kalp atışları hızlanıyor, sanırım beni tanıyorlar diye sevindim.

Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve artık anneydim…

İki kişilik evimizde altı yedi kişi yaşıyor ama yinede yetişemiyorduk iki bebeğin bakımına. Beş kişi banyo yaptırıyor ama sonucundan memnun kalmıyorduk. Olmadı yine yapamadık diyorduk. Günlerce süren hastane kontrollerinin ardından kimi zaman seviniyor, kimi zaman gelecekten korkuyorduk. Masraflar artıyor, gelirler bir türlü artmıyordu. Anne baba olmanın sorumluluğu bizi yıpratıyor, yaşanan onca acıyı içimize attığımız günlerin gözyaşlarını yeni yeni dışarı akıtıyorduk. Uykusuzluk, yorgunluk, hayatımızdaki yenilikler derken paylaşmanın gücünü yeniden keşfettik. Birlikte güçlüydük… Elini sıkıca tutup, kalbimle gözünün bebeğine baktığımda dünyam aydınlanıyordu yeniden. Her şeyi başarırdık emindik.


Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve uzun bir tatile çıktım…

Adı tatil olsa da hayatımın en yorucu aylarını yaşadım. İki küçük bebek, bir koca köpek, iki deneyimli bir deneyimsiz anne, kırk derece sıcakta, natamam bir evde yaşamaya çalıştık. Hava sıcak, su soğuktu. Pırıl pırıl bir güneş vardı ve denize girince yalnız kalabiliyordum sadece. Kasaba hayatının sakinliğini, komşuculuğun keyfini, medeniyete mesafeli oluşun zorluğunu öğrendiğim günlerdi ama güneş büyütürdü bebekleri. Anneliğe ısınmak, yeniden kendine gelmek, güneş ve su ile buluşmak için harika zamanlardı. Biraz akıllı biraz deliydim. Sinirlenince ağzımdan çıkan laflara kendim şaşırıyor, içimden şeytan çıktı zannediyordum. Loğusalığı hafife aldığıma kızdım.

Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve yaşadığım coğrafya kapkaranlıktı.

Bir oy verdim verdiğim oyun peşine düşmek zorunda kaldım. Benim gibi düşünen milyonları da benim gibi düşünmeyen milyonları da tanıdım ama hepsini çok sevdim. Biraz umutlandım. Ama sonra sonsuz bir umutsuzluğa geri döndüm yine. Ömrümün kendimi bildiğim on beş senesini kuşku ve gelecek korkusuyla geçirmiştim önümde en az dört yıl daha vardı şimdi. Din uğruna topluca insan öldürmeyi sevap sanan insanları izledim kabus görür gibi ve onlara silah taşıyan kanlı devlet elinin deşifre oluşunu, sonraysa suçlunun değil yazanın yargılandığı günleri yaşayacaktım birkaç ay içerisinde. İki evladım vardı onların ve kendi vücut bütünlüğümün devamlılığından kuşkuluydum ama atamı ziyaret etmekten korkmadım.

Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve sanki ilk kez işe gidiyordum.

Dokuz ay çalışmadım diye beynim durdu zannediyordum. Uzun zaman kullanılmayan organlar körelir savı gerçekmiş öğrendim. Zaten çarpma yapmayı bilmeyen beynim toplamayı da unutmuş, hızlı düşünemez, çabuk karar veremez olmuştu. İş hayatının bürokratik durumlarına sanki ilk kez yaşıyormuşcasına şaşırıyor, kendimi ve insanları bunaltmaya devam ediyordum. Biran önce enerjimi yönlendirecek bir şey bulamazsam çıldıracak gibiydim ve en iyi bildiğim, en çok keyif aldığım şeyi yapmaya “yazmaya” yeniden başladım. Doldurduğum defterlerin yerini alamayacak olmasına rağmen daha çok okunabilecek bir platforma içimi dökmek bana çok iyi gelmişti. Kendime benzeyen, benimle birlikte düşünen insanlarla tanışmak, fikirlerimi paylaşmak güzeldi. 
Biz, benden daha büyüktü. İnsanların hayatına dokunmayı seviyordum…

Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve çok yorgundum.

Gündüz ayrı gece ayrı yoruluyor, uyumuyordum. Amerikan filmlerinde birbirini parçalayan zombiler kadar beyazdı yüzüm ama iki bebeğimin toplam 6 dişi çıkmıştı neyse ki. Gündüz dünyayı gece evimi kurtarıyor ama on ay öncesinde yaşadıklarımı hatırlayıp bu da geçer diyordum. Bu da geçer…


Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve henüz bitmemişti.

Geçen yıldan içimde kalan ağacımı süsleyecek enerjiye sahibim şimdi. 
Tüm zorluklara katlanacak gücüm var. 
Günlerce uyumayacak kadar enerjiğim. 
İstediğim işi aldım, başaracağıma kuşkum yok. 
Çok dostum var, çok kardeşim var, muhteşem bir ailem var. 
İki sağlıklı evladım, dört pırıl pırıl bakan gözleri var. 
Ne kadar ömrüm var bilmiyorum ama bu senenin yaşanacak daha yirmi beş günü var…


Yirmi dokuzumu otuzuma bağlayan seneydi ve hala yaşıyordum…

Asla unutamayacağım kadar yenilemeye, öğretmeye, eğitmeye devam ediyordu beni…